@article{2011,title={İSLÂMİYET ÖNCESİ (CÂHİLİYE DEVRİ) ARAP KÜLTÜRÜNDE RİVÂYET YA DA TARİH BİLİNCİ},abstractNode={},author={Emine Sonnur ÖZCAN},year={2011},journal={Journal of History School}}
Emine Sonnur ÖZCAN . 2011 . İSLÂMİYET ÖNCESİ (CÂHİLİYE DEVRİ) ARAP KÜLTÜRÜNDE RİVÂYET YA DA TARİH BİLİNCİ . Journal of History School.DOI:null
Emine Sonnur ÖZCAN.(2011).İSLÂMİYET ÖNCESİ (CÂHİLİYE DEVRİ) ARAP KÜLTÜRÜNDE RİVÂYET YA DA TARİH BİLİNCİ.Journal of History School
Emine Sonnur ÖZCAN,"İSLÂMİYET ÖNCESİ (CÂHİLİYE DEVRİ) ARAP KÜLTÜRÜNDE RİVÂYET YA DA TARİH BİLİNCİ" , Journal of History School (2011)
Emine Sonnur ÖZCAN . 2011 . İSLÂMİYET ÖNCESİ (CÂHİLİYE DEVRİ) ARAP KÜLTÜRÜNDE RİVÂYET YA DA TARİH BİLİNCİ . Journal of History School . 2011. DOI:null
Emine Sonnur ÖZCAN .İSLÂMİYET ÖNCESİ (CÂHİLİYE DEVRİ) ARAP KÜLTÜRÜNDE RİVÂYET YA DA TARİH BİLİNCİ. Journal of History School (2011)
Emine Sonnur ÖZCAN .İSLÂMİYET ÖNCESİ (CÂHİLİYE DEVRİ) ARAP KÜLTÜRÜNDE RİVÂYET YA DA TARİH BİLİNCİ. Journal of History School (2011)
Format:
Emine Sonnur ÖZCAN. (2011) .İSLÂMİYET ÖNCESİ (CÂHİLİYE DEVRİ) ARAP KÜLTÜRÜNDE RİVÂYET YA DA TARİH BİLİNCİ Journal of History School
Emine Sonnur ÖZCAN . İSLÂMİYET ÖNCESİ (CÂHİLİYE DEVRİ) ARAP KÜLTÜRÜNDE RİVÂYET YA DA TARİH BİLİNCİ . Journal of History School . 2011 doi:null
Emine Sonnur ÖZCAN."İSLÂMİYET ÖNCESİ (CÂHİLİYE DEVRİ) ARAP KÜLTÜRÜNDE RİVÂYET YA DA TARİH BİLİNCİ",Journal of History School(2011)
eski kavimler atalarıyla övünme geleneğini soy zincirlerini ezberleme ve rivâyet etme yoluna giderek desteklemişlerdir. Kral listeleri bunun en önemli göstergeleridir. Diğer yandan, 25 İbn İshâk, Hz. Peygamber’in biyografisini kaleme alan ilk kişidir. 26 İbn Sellâm el-Cumahî, Tabâkâtu Fuhûli’ş-Şuarâ (=Usta Şâirler Antolojisi), Kahire 1952, s. 2. 27 Gılgamış Destanı, age, s. 10 Kur’an ve diğer iki kutsal kitapta ve özellikle de Eski Ahid’de nesebe önemli derecede vurgu vardır. İslâm öncesindeki Araplara dönersek, yaşam tarzları nedeniyle, haseb (asâlet) ve nesebe büyük önem verirlerdi. Merhum Şemsettin Günaltay’ın işaret ettiği üzere, kuzey Arapları Adnânîler ile güney Arapları Kâhtanîler arasındaki soy rekabeti dikkate alınmadan iki taraf arasındaki düşmanlık ve sayısız savaş, anlaşma, fidye gibi konuların anlaşılması mümkün değildir. Büyük oranda bedevî hayat tarzına ve kabile asabiyetine sahip olan İslâm öncesi Araplarında, her kabilenin kendine özgü geleneksel kuralları; ahidleri, düşmanlıkları ve intikam yeminleri söz konusuydu ve bunlara uyulmadığı durumda kabile mensubiyetinden çıkarılma cezası uygulanabilirdi. Bir kabileden ihraç edilen kişiler, bir başka kabilenin himâyesine girebiliyordu. Tabiî ve sosyo-ekonomik şartlar nedeniyle Arab’ın bağımsız bir yaşam sürmesi imkânsızdı; dolayısıyla, onun mensup olduğu kabile ve ataları âdeta onun kimliğini oluşturmaktaydı. Fertlerin, hangi kabileye mensub olduğunun tesbiti, temel siyasî ve sosyal birim olan kabilenin sınırlarını çizmekteydi. Tüm bu bilgiler Arapların ata kültüne ve dolayısıyla soy bilgisine verdiği önemin temellerine atıfta bulunmaktadır. Diğer yandan kabile üyelerinin sınıfsal statüleri eşit değildi. Hür ya da köle olabiliyorlardı. Soyuyla övünmeyi seven Câhiliye Arapları için nesebin bu açıdan da büyük önemi vardı. İnsanların toplum içerisindeki saygınlıklarında ensâbın fonksiyonu tartışılmazdı. Her birey kendi atalarını ezbere bilirdi; ayrıca Arap toplumu içerisinde, kabilelerin Arapların en eski ataları olan Adnân ve Kahtân’a kadar bütün fertlerini teker teker sayabilen neseb âlimleri de bulunurdu. Bu bağlamda, uzun soy zincirleri nedeniyle anlaşmazlıklar çıkabiliyor; kimi insanlar kendilerine sosyal statü kazandırmak amacıyla soy 28 Kur’an-ı Kerim’de ata kültünü ya da soy mensubiyetini olumlayan tek ayet İslâm’ı izahta örnek ifade etmesi gibi bir bağlama sahiptir. Bakara Sûresi 200. âyette geçer: Hac ibadetinizi bitirdiğinizde, artık (cahiliye döneminde) atalarınızı andığınız gibi, hatta ondan da kuvvetli bir anışla Allah’ı anın. (Diyânet İşl. Meâli). Bu ayet dışında atalara, soya referans veren âyetlerde vurgulanan, Kitab’ın evrenselliği; geçmişteki vahiy sürecinin bir devamı ve önceki peygamberlerle öğreti birliğine sahip olunması hususudur. Örneğin: Yûsuf, 38; el-Mü’minûn, 68. Bunlar dışında, yergi unsurları içeren referanslar da vardır: Bakara, 170; en-Neml, 67-68. İlaveten, Eski Ahid: Yaradılış, 17:7; 25:1-4. Yeni Ahid: Matta 1: 1-4. 29 Ahmet Önkal, “Araplarda Ensâb İlmi ve İslâm Tarihi Açısından Önemi”, Selçuk Üniv. İlâhiyat Fakültesi Dergisi, S.3, 1990, s. 117. 30 M. Şemsettin Günaltay, age, s. 166. 31 Kenan Demirayak, age, s. 50. 32 Ahmet Önkal, agm, s. 117, 120. zincirlerinde tahrifat yapabiliyor ya da önemli şahsiyetlerle sahte akrabalıklar türetilebiliyordu. Tüm bunlar ilmu’l-ensâb’ın ve ensâb âlimlerinin varlık nedenini ortaya koyduğu gibi, İslâmiyet sonrasında Hz. Peygamber’in, ilmu’l ensâb’la ilgilenenlere belli kısıtlamalar getirmesini ve hatta nessâb’ı (نساب =neseb âlimleri) yermesini de izah etmektedir. Yine de eyyâmu’l-arab gibi İlmu’l-ensâb da evrilip bazı değişikliklerle İslâmî dönemce tevârüs edilmiştir. Nitekim, İslâm’ın ikinci asrının sonu ve üçüncü asrının başlarına tarihlendirilen İbnu’l-Kelbî’nin Cemheretu’n-Neseb (Nesebu Maad ve'l-Yemen el-Kebîr) isimli eseri, İslâm sonrası dönem dâhilinde bilinen ilk ve tek ensâb kitabı olup; İslâm âlimlerince yüzyıllarca bilgisine başvurulmuştur. Diğer yandan, hicretin ikinci asrından sonra, hadîs ve farklı alanlarda (edeb/edebiyat, ahbâr-âsâr/tarih gibi) ürün veren ulemânın biyografilerinin kaleme alınmaya başlanmıştır. Böylece ortaya koyulan ricâl ve tabâkât kitapları, bir tür kapsamlı ensâb koleksiyonu olarak da değerlendirilebilir. Bu bağlamda ilmu’r-ricâl ve tabakât, ensâb ilminin İslâm’ın gelişinden sonraki asırlardaki tezâhür etme biçimidir. 33 Erken dönem İslâm kaynaklarında, nessâb’ı yalancı olarak tanımlayıp, Hz. Peygamber’in nesebiyle ilgili araştırmalarda kısıtlama öneren bir hadîs de yer almaktadır. İbn Abbâs’tan rivâyet edilen hadîse göre Hz. Peygamber’in soyunun atalarından Maad bin Adnân’la sınırlandırıldığı ve Hz. Peygamberin “nessâb (ensâb uzmanları) yalancıdır” dediği ifade edilmektedir. İbn Sa’d (v.230/845)Tabakât’ında, Rasulullah’ın isteseydi bu konuyu öğrenebileceğini ve insanları bilgilendirebileceğini; buna karşın mevcut bilgilerin doğru olmadığını; ayrıca, kendisinin duyduğu rivâyetlere göre de Adnân öncesine ilişkin olarak, âlimlerin bilgisinde veya şiirlerde hiç bir ip ucuna rastlanılmadığını ve dolayısıyla bu sınıra riayet edildiğini belirtmektedir. (İbn Sa’d, Tabakâtu’l-Kebîr, Tahkîk: Dr. Ali Muhammed ‘Amr, Kahire, 2001, c. I, s. 23-24). el-Cumahî Tabâkât’ında, Lebîd’e ait tek bir beyit dışında Adnân’dan sözetmediğini ve Nizâr’ın Adnân’ın ensâbı ve şiirleri konusundaki bilgilerinin ötesine geçilmediğini ve bu konuda ileri sürülen şiirlerin tartışmalı olduğunu söylemektedir (el-Cumahî, age, s. 3-4). el-Makdisî (v.355/966) tarihinde İbn Abbâs’ın yukarıdaki hadis rivâyetini ve İbn İshâk’tan rivâyetle Hz. Ayşe’nin bu yöndeki bir rivâyetini zikretmektedir (Mutahhâr bin Tâhîr el-Makdisî, Kitâbu’l Bed ve’t-Târîh, Mektebu’s-Sakafiyye, 2004, c. IV, s. 206-207.) el-Mes’ûdî de Mürûc’un’da ve et-Tenbîh’te ayrı ayrı bu konuya değinip kendi yorumunu getirmiştir: Mürûc’daki ifadesine göre bu sınırlandırmanın sebebi Hz. Peygamber’in ensâbda aşırılığa gidileceği ve bu uzun asırlarla ilgili çok fazla görüş ortaya çıkacağını bilmesiydi. et-Tenbîh’te bu yorumu biraz daha ayrıntılandırır ve Maad ile İsmail bin İbrahim arasındaki zincirle ilgili olarak insanların çekişme halinde olduklarını ve bunun üzerine Hz. Peygamber’in nesebini Maad bin Adnân’a dayandırarak bu tartışmayı durduğunu bildirmektedir (el-Mes‘ûdî, Murûcu’z-Zeheb ve Me‘âdinu’l-Cevher, Mektebe et-Tevfika, 2003, c. II, s. 245; Kitâbu’t-Tenbîh ve’l-İşrâf, Brill, 1893, s. 228). 34 İbnu’l Kelbî, Nesebu Maad ve'l-Yemen el-Kebîr, thk. Naci Hasan, Beyrut, 1988.
dışında- İslâmî dönemde yazılan eserlerde yer verilen şiirlerle günümüze taşınmıştır. Meşhûr ensâb, hadîs ve ahbâr/tarih âlimi İbnu’l Kelbî’nin (ö. 204/819) Kitâbu’l-Esnâm’daki ifadesi, bu durumu doğrular niteliktedir: “Araplar, İslâm’dan kısa bir süre önce mevcut olanlar dışında 39 Türkçe çevirisinden de sezildiği üzere, Bâbil destanı Gılgamış, vezinli dizelerden oluşmakta olup, bizim Arap şiirinden bildiğimiz “bahri recez” vezniyle söylenmiştir. Recez/urcuze vezin formunun tarihi Sümerlere kadar uzanmaktadır. Ord. Prof. Benno Landsberger, “Giriş”, Gılgamış Destanı, age, s. 6. 40 İbn Sellâm el-Cumahî, Tabâkâtu Fuhûli’ş-Şuarâ (=Usta Şâirler Antolojisi), Kahire 1952, s. 2. Pek çok alanda eser veren el-Câhiz’in (v.255-869) geleneksel Arap kimliği ve onun şiirle olan ilişkisine dâir teşhisleri, el-Cumahî’nin genel tespitini günümüz insanı için anlaşılır kılmaktadır: Araplarda olan bilgilerin tümü, irticâlen söylenmiş doğaçlamalardır; adetâ ilhama benzer. Onda zorlanma sözkonusu değildir; zahmet çekilmez, fikir zihinde evirip çevrilmez ve yardım istenmez. Reisin su kuyusunu metheden ya da deve için yas tutan, dövüşen, aşağılayan, didişen ya da savaşan kimse zannını kelâma ve tartışma anında receze sarfeder. (…) Ona meani parça parça gelir ve sözler onda dişileşerek yenilerini getirir. Bunlar kendisi tarafından kaydedilmez. Ve tek bir çocuğu tarafından öğrenilmez. Onlar ümmîydiler; yazı yazamazlardı. Hiçbir şeyi zora ki yapmazlardı. Onların mükemmel sözleri gâyet açık ve sayısız; ve bu nedenle daha güçlü ve kahredicidir. Her biri çok iyi konuşmacıdır; beyân alanındaki yerleri çok yüksek, hatiplerinin sözleri çok ihtiraslı ve çok akıcıdır. Onlar için hafızalarında sakladıkları, bunlara ihtiyaç duyup, öğrenmek zorunda olanlara göre çok daha kolaydır. Onlar ilimleri hıfzeden ve öncekilerin sözlerini takip eden diğerleri gibi değillerdir. Onlar sahtelik ve strateji olmaksızın kalplerine tutunmayan, içlerini ısıtmayan ve akıllarıyla uyuşmayan, istemedikleri şeyleri hıfzetmezler. İşte bunların bir bölümü elimizdedir; ancak çok çok az bir kısmı. el-Câhiz, el-Beyân ve’t-Tebyîn, Kahire, 1960, c. II, s. 28-29. 41 Yedi Askı, age, 2004. şiirlerini hıfzedemediler.” İbn Sellam el-Cumahî’nin (ö. 231/846) de aktardığı üzere, aksi halde ilim ve şiirin çok daha fazla olması gerekirdi. el-Cumahî’ye göre Araplar İslâm öncesi yoğun olarak şiirle ilgileniyorlar, dîvânlar oluşturuyorlardı. İslâm’ın gelmesinin ardından fetih ve gazâlarla meşgul olup, şiirle ilgilenmediler. Ne zaman ki fethettikleri şehirlerde yerleşik hayata geçtiler; tekrar şiir rivâyet etmeye başladılar. Ancak dîvânlara başvurma imkânları yoktu. Ayrıca Araplardan vefat edenler de çoktu. Dolayısıyla elde kalan şiirler yetersiz sayıdaydı. Dîvânlardan ise geriye sadece Hire hükümdârı el-Numân bin el-Munzir’inki kalmıştı ki bu eser, zaman içinde Emevîlerin eline geçmiştir. İslâmiyet öncesi, İslâmın vahiy edildiği yaklaşık çeyrek asırlık dönem ve hemen sonraki yıllarda şiir, Arap kültüründeki yerini -giderek azalarak da olsakorumuştur. Bu dönemleri konu eden eserlerde yaşamın hemen her alanından söz eden şiirin kapsayıcılığı şaşırtıcıdır. Bu bağlamda şiir, ilim ve hikmet kelimeleri çoğu kez birarada kullanılmıştır: Araplar için şiir, hikmet makâmındaydı ve pek çok ilmi içeriyordu. Kabilenin şairi mâhir, etkili ve zengin sözlü ise, onu senenin hac mevsiminde, kabileler ve aşiretleri bir araya getirmek amacıyla kurulan panayırlara götürürlerdi. Şiirlerini dinlerler ve bunu yaparken onların gururlarıyla gururlanırlar, şerefleriyle şereflenirlerdi. Kabilelerde siyâsî bir motivasyon ya da propaganda vasıtası olan şiirin Arapların yaşamındaki olmazsa olmaz rolü, şâirin seçkin konumunu belirlemede önemli bir etkendi. Ünlü tarihçi ve coğrafyacı el-Yâkûbî’nin (v.287/897) yukarıda betimlediği kabile şâirleri, kadın ya da erkek olabiliyordu. İlâveten, tarihlerden gördüğümüz kadarıyla, en büyük şâirler ‒örneğin Yedi Askı şâirleri‒ erkekler arasından çıkmış olsa da savaşlarda şiirlerle tezahüratta bulunma ya da karşı tarafı hicvetme; övgü, vefat edenlerin arkasından mersiye tarzında şiir inşâd etme gibi daha pratik alanlarda çoğunlukla kadın şâirler yer alıyorlardı. 42 İbnu’l-Kelbî, Kitâbu’l-Esnâm, Thk. Üstâz Ahmed Zeki Paşa, Kâhire 1924, s. 12. 43 el-Cumahî, age, s. 8. 44 el-Ya’kûbî, Târih, Editit: M. Th. Houtsma, Brill, 1883, c. I, s. 304. 45 el-Mes’ûdî, Mürûcu’z-Zeheb’de Sıffin savaşında üç oğlunu birden kaybeden bir annenin şu şiiri söylediğini aktarmaktadır: Gözüm yaşı sel oldu akıyor Arapların en seçkin gençlerine Kendilerinden başka kimse zarar veremedi
Ayrıca, kabilelerin kendi şiirlerini kaydettikleri dîvânlar da mevcuttu. el-Cumâhî (v.231/846) dîvanların önemini şöyle anlatıyor: Şiir, Câhiliye döneminde Arapların bilgilerini kaydettikleri divânlarda yeralmakta ve kararlarını buradan çıkardıkları sonuçlara göre vermekte; uygulamaya koymaktalardı. İbn Sellâm der ki: İbn Avn, İbn Sirîn’den nakille şöyle demiştir: Ömer bin el-Hattab “Şiir, halkın ilmiydi. Onlar için şiirden daha doğru bir ilim yoktu” demiştir. el-Câhiz (v.255-869), İslâm öncesi Arapların, çağdaşı olan diğer topluluklar gibi başarılarını ebedîleştirme temâyülü gösterdiklerini belirtmektedir. el-Câhiz, Câhiliye Araplarının başarılarını ebedîleştirmeyi “yüksek beyânı temsil eden şiirle”; “vezinli şiirler ve kafiyeli sözlerle” yaptıklarını ifade ediyor. Ebedîleştirme, “şâirler ve methiyecilerce”, sevilen ve başarılı yöneticilere şiirler inşâd etmek suretiyle, sağlanmaktaydı. Muhakkak ki başta başarıların ebedîleştirilme kaygısı olmak üzere, Câhiliye şiirinin geniş kapsamlı epistemolojik zemini, İslâm öncesi Araplar için ciddi bir geçmiş algısını veyahut da bir tür tarih edinme biçimini de sağlamaktaydı. Nitekim, orijinal eserlerde yeralan Câhilî şiirlerde, geçmişe ilişkin pek çok bilgiyle karşılaşılmıştır. Ünlü âlim et-Taberî (ö. 310/923) tarihinde, Arabistan Yarımadası’nda İslâm öncesinde yaşamış ve ortadan kalkmış medeniyetlerden ‘Âd ve Semûd’u anlattığı satırlarda, Câhiliye şiirine referans verir: Tevrât ehli, ‘Âd, Semûd, Hûd ve Sâlih’in Tevrât’ta olmadığını iddia etseler de onların olayları Araplar arasında Câhiliye ve İslâm’da tıpkı Hz. İbrâhîm ve kavmi gibi bir şöhrete sahipti. Kitabı uzatıp sıkıntı yaratma durumu Kureyş’in hiçbir yiğidi onları yenemedi el-Mes’ûdî, Murûcu’z-Zeheb ve Me‘âdinu’l-Cevher, Mektebe et-Tevfika, 2003, c. II, s. 374. 46 Kenan Demirayak, age, s. 18. 47 el-Cumahî, age, s. 8. 48 el-Câhiz Acemlerin ise başarılarını bünyânla ebedîleştirdiklerini, zamanla Arapların da bünyân işlerine başladıklarını ve onların da şehirler kurduklarını belirtiyor. el-Câhiz, Kitâbu’lHayevân, s. 10; el-Mahâsin, Kahire, 1993, s. 3. 49 et-Taberî, Târîhu’l-Rusûl ve’l-Mulûk, Dârû’l- Kutûbi’l-‘İlmiyye, Beyrut, 1986, c.I, s. 141. olmasaydı Câhiliye şiirinden örnekler verirdim ki onlarda Âd ve Semûd ile olayları anlatılır. Câhiliye toplumunda geçmiş algısını oluşturmada eyyâmu’l-arab ve ilmu’l-ensâbın sağladığı bilgiye kıyasla şiirin katkısı çok daha fazla olmalıdır. İslâmiyet sonrası kaleme alınan tarihlerde ve diğer eserlerde, nesir ifadelerle birlikte; onları desteklemek üzere yer alan şiirler arasında da geçmişe ilişkin görece yeterlikte bilgi sağlayanları bulunmaktadır. Yeterlikten kastedilen, o dönem insanının değerler silsilesi bağlamında oluşan bir geçmiş ve gerçeklik algısıdır. Diğer topluluklar gibi, Câhiliye Arapları için de geçmişe ilişkin olarak saklanmaya ve anılmaya değer bilgiler, yine geçmişin inşâ ettiği ve hâlin desteklediği özgün gerçeklikler ve değerlerdir: Cesaret, dayanışma, vefa, kutsala saygı, aşk, zaman gibi manevi; ve çöl, deve, içki, ateş, çadır gibi maddi değerler bunlardan bazılarıdır. Şiir rivâyeti aracılığıyla ebedîleştirilen bu değerlerle geçmiş, âdeta bütünleşmiş durumdadır. Tıpkı, kadın şâir Subey’a’nın oğluna Kâbe’yi, onun kutsallığını anlatırken Kâbe’nin ve Mekke’nin tarihinden alıntılar yapması ve hatta paralel zamandaki diğer milletlerin durumuna ilişkin bilgiler vermesi gibi: Oğlum! Hükümdar Tubba’ Mekke’ye gelerek Onun kutsal mabedini süslü Yemen kumaşları ile örttü Rabbim (ربي) onun egemenliğini Mekke’de zelil kıldı Ki böylece Tubba’ verdiği sözleri orada yerine getirdi Kâbe’de yalın ayak yürüdü Avlusunda kurbanlık 2000 deve kesti Mekke halkına kestiği genç ve iyi cinsten develerin etini durmadan yedirdi Onlara süzülmüş bal şerbeti ile arpadan yapılmış içkiler içirdi Önünde fil ile Mekke’ye saldıran ordu orada taşlanarak mahvoldu Halbuki uzak bölgelerde Acemlerde ve Hazerlerde egemenlik devam Görüldüğü gibi, Şâire Subey’a’nın oğluna hitâben inşâd ettiği (=söylediği) şiir, gelenek, ahlâk, inanç, kahramanlık, cömertlik, adâlet gibi kutsal kavramlara göndermede bulunmaktadır. Subey’a’nın yukarıdaki şiirle maksadının, doğrudan oğluna Kâbe’nin tarihini anlatmak olmadığı düşünülebilir; ancak, anılan kutsal kavramların Câhiliye toplumundaki 50 İbn Hişam, Hz. Muhammed'in Hayatı (es-Siret'ün-Nebeviyye), Çeviren: İzzet Hasan-Neşet Çağatay, Türk Tarih Kurumu, 1992, s. 17.
Uçup gitmek suretiyle savaştan kurtulmayı istiyordu. İslâmî dönem başlarında şahıslar, yukarıda altı çizildiği üzere, mâruzatlarını dahi şiirle aktarmaktaydı. Aşağıdaki mısralar, Ebu’l-Muhtâr isimli kişinin halifeye yazdığı mektup niteliğindeki şiirindendir. 51 el-Belâzurî, Fütûhu’l-Buldân, Çeviren: Mustafa Fayda, Kültür Bak. Yay., 2002, s. 374. 52 el-Belâzurî, age, s. 558.